Turun genel görünümü, toplam mesafe ve iniş-çıkışlar aşağıdaki şekilde. Yazının sonunda iz kaydını inceleyip indirebileceğiniz Komoot bağlantısını da paylaşacağım.
[sgpx gpx=”/wp-content/uploads/gpx/erdek-kapidag-bisiklet-turu.gpx”]
Tura geçmeden önce yaşadığım bir tecrübeden bahsetmek istiyorum, zira tur sırasında birkaç sorun yaşattı bu durum bana. Önceki hafta bisikleti memleketten getirirken araçla seyir esnasında kadronun üst borusunu tutan lastiklerden birinin çıkması sonucu arka tekerlek biraz asfaltta sürüklenmişti. Bu talihsizlik sonucu ufak bir akort ayarı yeterli görünüyordu ama götürmedim, çünkü sürüşü çok etkilemiyordu. Yola çıkacağım gece son kontrolleri yaptığımda ruble ile jant telleri arasındaki plastiğin kırıldığı ve tellere sürttüğünü fark ettim. Elimde ruble sökme aparatı da olmayınca o plastiği kırmaktan başka bir çare görünmedi. Açıkçası yarım saat uğraştırdı ama yine kıramadım en son çakmakla eritip bıçakla keserek çıkarabildim.
Perşembe günü 15.00 feribotu ile akşam 8 buçukta Erdek’e vardım. Hava henüz kararmaya başladığı ve kampı sakin bir yere kurmak istediğim için, Erdek’ten sonra ilk gelen Ocaklar köyüne 7 kilometre kadar sürdüm. Köye varıp sahilde kamp için uygun bir yer bakarken gün batımını görüp buraya vuruldum, mekan burası olmalıydı:
Tekirdağ’dan çıkarken tüm yiyecek alışverişini yapmıştım. Çadırı kurup yerleştikten sonra makarna ile günü geçiştirdim. Tam yemeye başlayacakken iki köpek dostum yemeğe ortak oldu. Bir ben, bir o, bir diğeri derken sofradan herkes aç kalktı. Yatmak için çadıra girmeden önce bisikleti çadırın yanına aldım ve tedbiren çadırın polüne kilitledim. Hırsızı durdurmaz, ama en azından belki gürültü çıkar da uyanırım diye içim biraz rahattı.
Turun ilk pişmanlığını bundan sonra yaşadım. Bir iki saat güzelce uyuduktan sonra soğuk yüzünden uyandım ve sabaha kadar dönüp durdum. Uyku tulumu 15 derecelik, o gece de en düşük sıcaklık 12 derece gösteriyordu. Sırf bir kilo daha hafif olsun diye yazlık tulumla çıkmıştım yola. Genelde de üşüyen bir insan olarak bu hatayı daha kaç kez yapacağım acaba? Kendime kızarak, söylenerek geçen geceden sonra, saat 6 gibi çadırdan çıkmadan kahvaltı işini hallettim. Bu köy yarımadanın batı yakasında olduğundan güneşin doğuşunu izleyerek uyanamadım ama yine de manzaram çok güzeldi.
Ufka dalmışken gökyüzünden süzülerek denize dalıp balıkla çıkan bir martı gördüm. Doğa kanunları iş başındaydı. Onun yemeğine de sonradan bir kedi dahil oldu. Balığa baktığımda kurbağa balığı olduğunu sonradan araştırınca öğrendim. Kumun altına gizlenerek avlandığından evrimsel süreçte gözleri ve ağzı yukarıda gelişmiş ve başının üzerinden elektroşok veriyormuş. Denizde üzerine basmak istemem açıkçası.
Kahvaltıdan sonra bisikleti yükleyip 8 gibi yola koyuldum. Buraya kadar düz bir yolda yorulmadan gelmiştim ancak bugün uzun-kısa birçok yokuş hariç Turan köyünden hemen önce 2,5 kilometrelik bir yokuş vardı. Henüz yola çıkmadan beni tedirgin eden bir detaydı. Bu tur öncesi Kapıdağı turlayan birçok bisikletçinin yorumlarından faydalandım. Bir tanesi YouTube kanalıydı. Bu yokuşlarda bisikleti eline hiç almadığıyla övünüp kondisyonu olmayanların burada sürmemesi gerektiğini söylüyordu; yoksa keyifsiz olurmuş vesaire… İyi ki dinlememişim her söyleneni. Tamam çok yoruldum, mental olarak çöktüğüm zamanlar oldu ama tur bitince iyi kilerim ağır bastı. Kısaca kimse kolay olacağını söylemedi, ben de bunu bilerek çıktım yola. Yapmak istediğiniz bir şey varsa, gidin ve yapın.
Ocaklar’dan çıkarken ilk yokuşta zincir attı. Takıp devam ettim. Bir süre sonra yine atınca mecburi mola verdim. Arka aktarıcı ayarı da sanırım bisiklet düştüğünde bozulmuştu. YouTube’tan ayar videosu izleyip devam ettim ve bir daha sorun yaşatmadı. Aşırı zorlayan bir kısım olmadan Narlı ve sonrasında İlhan köyüne vardım. İki köyde de durmadan devam ettim sürüşe. Bisikleti elimde taşıdığım ilk yer İlhan’dan hemen sonra başlayan yokuştu. Eğimin arttığı yerlerde bacaklarım, nabzım S.O.S verince inip 1-2 dakika taşıyıp ya da kısa bir nefeslendikten sonra taze bir enerjiyle sürüşe devam ediyordum. Tüm tur boyunca bu, böyle devam etti. Tabii bu arada harika koy manzaraları sunuyordu yollar.
Sabah saatlerinden itibaren tam karşıdan esmeye başlayan rüzgâr gün boyu hızımı epey yavaşlatıyordu ama zaten hızlı gitmeyi de istemiyordum. Yola çıkarken amacım hayatın koşuşturmacasından bir nebze olsun uzaklaşmaktı zaten. Yolun büyük bir kısmı virajlardan oluşuyor ve her virajda önünüze o kadar güzel koy manzaraları seriliyor ki orada durup uzun uzun seyretmek istiyorsunuz. Belki on yıldır Marmara’ya ayağını bile sokmayan ben, o koyların her birinde su altını keşfetmek istedim. Suyun henüz soğuk olması, yanıma mayo almamış olmam ve duş için imkân olmaması gibi sebeplerle yapamadım tabii ama yazın ilk fırsatta tekrar buralarda olacağım.
10.30 gibi Doğanlar köyüne vardım. Günün 2,5 kilometrelik vurucu yokuşu hemen önümde olduğu için buradaki molayı uzun tutup 13.00 gibi yola çıktım. Sahile inince sonradan meslektaş olduğumuzu öğrendiğim emekli bir öğretmen amcanın yanına gidip oturdum. Çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik, yani iki laftan biri ülke şartlarına geliyordu ama 73 yaşında bir insanın bile ümitvar olması kendimden utanmama sebep oldu. Bizi gören başka bir amca da gelip katıldı sohbete. O da hemşehrim çıktı, köye yerleşme hikayesi bugün nispeten genç olan bana ilham verecek cinsten. 20-25 sene önce hanımı ile sahil şeritlerini gezerken bir anlık kararla Kapıdağ’a dönüp tesadüfen gelmişler bu köye ve vurulup yerleşmişler. O zamanlar böyle asfalt yollar da yok diyor, gecenin bir yarısı delik deşik toprak yollardan gelip önce kiracılık, sonra kendi evlerini yapma süreci vesaire… Emekli olunca ben yaşarım burada deyip, arsa fiyatlarına bakınca sükûtuhayal. Sohbete doyum olmuyordu ama yollar oturarak da bitmiyor. Kolaylıklar dilediler ve ayrıldık. Köyün çıkışında sert bir yokuş yükseliyor. Sanırım iyi dinlendiğim için hiç inmeden bir noktaya kadar sürebildim. Bacaklar iflas edince bir süre sonra indiğim yerler de oldu tabii. O yokuştan bir kare:
Sabah güneş kremi sürüp çıkmıştım yola. Diş fırçalamak için durduğumda, gün içinde sürekli yenileme ihtiyacı duyacağımdan kremi, çantanın arkasındaki açık yüzüne koymuştum ve anladım ki hata etmişim. Yolun bir yerinde düşmüş, krem sürmek istediğimde ufak bir şok yaşadım. O gün sıcaklık pek vurmadı ama ertesi gün artacağı için üzüldüm düştüğüne. Neyse ki alt-üst uzun kıyafetler tercih etmiştim. Ellerim ve yüzüm açıktaydı sadece. Şapka ve gözlükle yüzümün bir kısmı korumadaydı ama geri kalanı ve ellerim maalesef epey yandı. Akşam acıdan dokunamadığım zamanlar oldu. Neyse ki bunu öngörüp Silverdin yanık kremi de almıştım yanıma. Gündüz yanıp akşam kremle idare ettim.
Vurucu yokuşu güneş altında çok da zorlanmadan bitirdim. Hatta yokuşun sonuna geldiğimde “Bu muydu beni korkutan yokuş?” dedim, nasıl bittiğini anlamadım. Bugünkü sürüşü Turan’da bitirmek niyetindeydim ancak köye geldiğimde ilginç bir şekilde hala enerjiğim vardı. Zaman da bol olunca bir sonraki köy olan Ormanlı’ya sürmeye karar verdim. Enerji ve zamanımı verimli kullanarak saat 16.00 gibi köye vardım. Köyde iki bakkal var lakin kapalıydı, gördüğüm insanlardan rica ederek bakkalı açtırdım ve alışverişimi yapıp sahile kurdum çadırımı.
Hemen arkamda köy kahvesi olunca insanlarla sohbet etme fırsatım oldu. Burada da insanlar çok cana yakın ve yardımseverdi. Yine kadın başına yola çıkmam takdir ediliyordu, halbuki altı üstü bisiklet sürüyordum. Ne var ki yerleşik algıları yıkmak zaman alıyor, belki yüz yıl sonra garipsenmez bu durum.
Sohbetten sonra çadırıma çekilip yemek yapmaya başladım. Yine makarna ama bu sefer ton balığı da koydum içine ve yine tam yemeye başlarken önce bir sonra bir tane daha köpek, ardından önce bir sonra bir tane daha kedi… Bu akşam dünkünden daha aç kaldım. Tabii şikayetçi değilim, bakmayın sitem eder gibi konuştuğuma. İmkanım varsa beraber yeriz, yoksa aç kalırız. Kediler yiyip kaçtı ama köpekler sabaha kadar çadırın yanında uyudu.
Saat 20.30’da uyumaya niyetlendim, henüz hava iyiydi çünkü biliyordum ki gece hava soğuyacak ve yine uykusuz kalacaktım. Önceki gün de uyuyamadığımdan saat 02.30’a kadar deliksiz uyumuşum ama o an soğuk resmen ısırarak uyandırdı beni. İki tişört, bir sweet, bir hırka ile hala üşüyordum. Yine tulumun içinde sağa sola dönmece… Sıkılınca saat beşe kadar sahilde dolanıp vakit geçirmeye çalıştım. Madem uyuyamıyorum en iyisi kahvaltı edip, sürüp ısınmak diye düşündüm ve 06.00 gibi çıktım yola.
Önümde ilk olarak Ballıpınar köyü var. Yine köyün (Konakladığım Ormanlı) hemen çıkışında başlayan sert yokuşta bisikleti elde taşıyarak kurt-kuş uyurken Ballıpınar’a vardım.
Ama öncesinde henüz köye gelmeden rastladığım bir güzellikten bahsetmesem olmaz. Keskin bir virajdan sonra yeşillikler içinde bir yol devam ediyor. Yakında bir yerlerde buz gibi suyu olan bir dere geçtiğini anladım. Derenin serinliği metrelerce önceden hissedilmeye başladı çünkü. Dünkü kampı burada kurmak isterdim lakin gündüz bu kadar serinse gece düşünmek bile istemiyorum
Ballıpınar sahilinde otururken enerji versin diye bir avuç yemiş yedim. Tura çıkmadan önce beni en çok korkutan 5,5 kilometrelik uzun yokuş tam da önümdeydi şimdi. Dün çektiğim fotoğraflara bakarak olabildiğince ertelemeye çalışıyordum sürüşü. Sanırım 40 dakika kadar oturdum sahilde. Bu arada bu köy kırmızı soğanın en çok ekildiği yerlerden biriymiş, sonradan öğrendim. Köye girip köyden çıkana kadar sağ taraf komple ekiliydi, sol taraf ise güzel bir koy. Ekmek arası soğan yemek istemedim değil.
Bir süre elde taşıyıp sürmeye devam ettim. Eğimin azaldığı yerlerde sürüyor, arttığı yerlerde elime alıyordum. Kısa dinlenmelerle bir saatten biraz fazla bir sürede zirveye ulaştım. Zirve dediğim sıfırdan 220 metre işte. “Yokuşun neresindeyim acaba?” diyerek telefona bakınca, bitmeye yakın olduğunu görüp açıkçası çok şaşırdım. Çünkü zor geçmesini bekliyordum ama korktuğum gibi olmadı. Zirvede bir ağaç gölgesi bulup, kendime söz verdiğim kahve molasını verip şimdi de 5,5 kilometrelik inişe geçtim. Soğuk asfalt amortisör olmayınca bileklerimi rahatsız ediyordu ve frenler de sıkıntı çıkarır diye yavaş yavaş iniyordum yokuşu. Zira çocukluktan gelen acı bir V-fren tecrübem var. Bu ve diğer inişlerde –ama sadece inişlerde- altımda daha bisikleti olmasını isterdim. Olabildiğince az fren kullanıp konforlu bir şekilde iniş yapmak düşüncesi, epey heyecanlandırıcı olsa gerek.
Uzun inişi bitirince hemen arkasından yeni bir yokuş başladı, sonra yine iniş ve sonra yine çıkış, sonra yine… Tura planlamasını yaparken şu beş buçuk kilometrelik yokuş bitince “Tur çok keyifli geçer, yorucu bir yer kalmıyor.” Demiştim ama hiç öyle olmadı. Çerez dediğim yokuşlar beni o kadar zorladı ki kelimelerim şu anda kifayetsiz kalıyor. Bu durumu, önceki yokuşun yorgunluğunun çökmesi ve öğlen sıcağına bağlıyorum ben. Kısa ama birçok mola ile güç bela Şahinburgaz’a gelebildim. Köyün diğer adı Çayağzı, bazı haritalarda bu isimle de geçiyor. Öğlen yemeği için bir köy kahvesine girdim. Önceki köylerdeki sıcaklığı bu ve bundan sonraki köylerde maalesef göremedim. Tost söylediğimde kahveci, oturmam için orada bulunanlardan en uzak masayı gösterdi. Oturdum ve tostun gelmesini bekledim. Bir süre sonra herkes o sıcakta içeri oturmaya geçti. Bilmiyorum, belki de benim böyle daha rahat hissedeceğimi düşündüler ama aksine rahatsız oldum. Küçücük tost ekmeğime iki kedi de burada ortak oldu. Kahvede bir saat kadar oturup çıktım yola. Köyden hemen sonra tatlı tatlı başlayan bir eğimle çok yakın olan Kestanelik köyüne varıp hiç durmadan devam ettim.
Buradan sonra tüm tur boyunca canıma en çok okuyan kısım geldi. Sürüşe sabah 06.00’da başlamış olmam, oraya kadar birçok yokuş çıkmam ve öğlen sıcağının bastırması da yolun zorlayıcı olmasını etkiledi elbet. Belki bir kilometre boyunca bisiklete hiç binemedim, niyetlendiğimde ise birkaç pedal çevirip duruyordum. Zigzag çizerek sürmek falan da kar etmedi. Sürerken kilometre saatim anlık hızımı 3,5 kilometre olarak gösteriyordu; yürürken ise 4 kilometre civarı. “O zaman neden süreyim ki?” dedim ve uzun bir süre elde taşıdım. Zaten aksi bu yorgunlukla mümkün değildi. Ama ilerleyen saatlerde bu düşüncenin beni tembelliğe alıştırdığını da fark ettim. Zora geldim mi, iniyordum.
Tur planını oluştururken tam Kapıdağ turu yapmayı amaçlamasa ve Şahinburgaz’dan sonra pek de görülmeye değer yerler olmadığını bilseydim kesinlikle buradan Karşıyaka’ya direkt inen yolu tercih ederdim. En azından orman rotası olurdu ve genelde iniş olan yolda bu kadar yorulmazdım.
Kestanelik ve Çakıl köyleri arasında bol bol zaruri molalar verdim. Yokuşlardan daha yorucu olan kısım, soluklanacak bir ağaç gölgesi bulamamaktı. Birkaç zeytinlik ya da tek tük çınar ağacı var, şu kadarcık gölge bile hayat veriyor insana.
Saat 14.30 gibi Çakılköy’e yaklaştığımda köye yakın koyların nasıl çöplük olarak kullanıldığını, moloz yığınlarıyla katledildiğini üzülerek gördüm. Köye girince ilk işim caminin lavabosunu kullanmak oldu. İçeride elimi yüzümü yıkarken saçma sapan insanların içeriye bakıp kıkırdayarak geçmesi can sıkıcıydı. Sürmek için enerjim yoktu ve karnım da acıkmaya başlamıştı. Kafa dinlemek için uygun bir yer bulamayınca tersane bulunan limandaki parka oturup yemek hazırlığına giriştim. Köyün yerlilerinden biri “Hoş geldiniz.” Diyerek yanıma oturdu. Ufak bir tanışmadan sonra parktaki çöpleri göstererek, dışarıdan gelenlere karşı mahcup olduğunu söyledi. Ben de fırsatını bulmuşken köyden önceki o güzelim koyların nasıl mahvedildiğini anlattım. Zira o köye kadar böyle bir durumla karşılaşmamıştım. Beyefendi de onların sorun olmadığını, ben ise asıl sorunun onlar olduğunu söyledim. Sanırım çöplerin gözden uzak olması onun için sorun teşkil etmiyordu. Ben yola çıkana kadar maalesef beni aşırı geren bir sohbete maruz kaldım. Övüne övüne köyün kızlarının okumayıp evlendiğini, erkeklerin askerden sonradan hemen yuva kurduğunu anlattı. Sonra -şehir hayatında yeterince maruz kalmıyorum gibi- konuyu ekonomi ve siyasete getirdi. Birçok şeyden dem vurduktan sonra da ülkenin genel durumundan sorumlu tuttuğu partiye hep oy verdiğini, yine vereceğini anlattı. “Bu ülkenin insanlarını vatan, bayrak edebiyatı ile kandırıyorlar. Dediğinde “Ve din.” Diye ekledim, duymazdan geldi. Birkaç dakika sonra yine aynı cümleyi kurduğunda yine aynı eklemeyi yaptım. “Hocam sizin dinle bir sorununuz var galiba.” deyince, ben de “Sizin de sanırım bayrakla sorununuz var.” dedim. Bunun gibi bir sürü can sıkıcı cümleler yığını… Kısaca bu köyü de köyün tutumu ve tavırlarını da hiç sevmedim. Özellikle kadın başına ile başlayan birkaç cümlesinden hiç hazzetmedim.
Yemeğimi yedikten sonra Karşıyaka köyü için yola koyuldum. Burayı da sevmedim çünkü zaten dar olan yarımadanın yollarında bu köyden sonra yoğun bir araç trafiği vardı. Oysa buraya kadar yolların sahibi ben gibiydim, arada bir araç ya geçiyor ya geçmiyordu. Günlerden cumartesiydi ve insanlar tatili fırsat bilip gezmelere gidip-geliyordu. Hakları tabii, gezilmeyecek gibi değil coğrafyası. Bu köyde hiç durmadan Dalyan’a devam ettim. Köye vardığımda, Bandırma’ya giderek yaklaşmanın etkisi aniden hissedildi. Denizdeki kötü koku ve görüntü ile insan kalabalığı yüzünden burayı da es geçtim. Yarımadanın doğusundaki son köyler olan Tatlısu ve Aşağıyapıcı ise hatırlamak bile istemediğim kadar kötü bir çevre kirliliğine sahipti. Karşıyaka’dan sonra genelde deniz seviyesine yakın bir sürüş oldu, yorucu değildi belki ama kirlilik ve insan faktörü yüzünden pek de keyif alamadım.
Bundan sonra 19.00’daki feribota yetişmek için direkt Erdek’e sürdüm. Benim limana varmamla, geminin kalkması bir oldu. (Bu kısım Marmara Roro hakkında serzeniş içerir, okumadan geçebilirsiniz.) Beş senedir ne zaman bu gemiyi kullansam illa bir sorun yaşattılar bana. İnternet sitelerinde 21.00 olarak belirtilen geminin iptal edildiğini, sonraki 23.00 gemisini beklemem gerektiğini söylediler. “O kesin kalkacak mı?” diye üstüne basa basa sorduğumda “Evet evet, kesin.” Cevabını alınca dört saat kadar sahilde oyalanadım. 22.30’dan beri limanda beklemeye başladım. Geminin ne zaman kalkacağını sorduğumda “2 dakika önce kalktı.” Dedi gişedeki personel. “Nasıl kalktı, yarım saattir buradayım, ben neden görmedim.” Diye üsteleyince “Bir dakika, kaptanı arayayım.” Dedi. Saçma sapan bir şeyler geveledi ve ilk geminin sabah 06.00’da olduğunu, ona bilmem gerektiğini söyledi. Yani 4 saat boyunca o yorgunlukla beni bekletip, üstüne üstlük yalan söylediler. “Gemiyi tıka basa dolduramadık diye iptal ettik.” Diyemediler. Bu moral bozukluğu ile çadırla uğraşmak istemedim ve beş saat için otele yerleştim. Resepsiyondaki görevliye durumdan bahsedince kaptanın az önce buralarda gezdiğini söyledi. Berbat bir şirketsin Roro! Gerçi sakinleşince iyi olmuş diye düşündüm. Zaten iki gündür soğuktan uyuyamamıştım. Beş saat güzel bir uyku çekip sabah feribota binebildim.
Turu planlarken ve tur esnasında Komoot uygulamasından yararlandım. Eğim ve mesafe hesaplamada başarılı buluyorum. Anlık-ortalama hız, toplam km gibi diğer özelliklerini kullanmadım. Onun yerine zamanında Decathlon’dan 140 liraya aldım kilometre saati iş gördü. İki günde turu bitirdikten sonra şöyle bir tablo çıktı ortaya:
Toplam 11 saatlik sürüşlü turun 2 gün sürmesinin en temel sebebi tabii ki uzun tuttuğum manzara molaları. Gerçi ikinci gündeki motivasyon kırılmasını yaşamasam, turun üç gün sürmesini de isterdim. Hatta daha uzun, kamp yapılacak o kadar güzel bir doğaya sahip ki ada…
Kapıdağ’da –Kestanelik hariç- tüm köyler sahile kurulu ve yol köylerden geçerek ilerliyor. Dolayısıyla her köye girişte güzel bir iniş ve köyün hemen bitişinde başlayan sağlam yokuşlar var. Yapılan toplam kilometreye göre günde birkaç köyden geçtim, dolayısıyla bu mevsimde su sorunu yaşamadım. Zaten aşırı su tüketen bir insan değilim ama bir buçuk litrelik şişeyi her köyde tazeledim. Sezon henüz açılmadığı için birkaç köyde bakkallar kapalıydı ama köylülere söyleyip açtırabildim. Yiyecek içecek ihtiyacı için hiç sorun yaşamadım.
Hülasa bisiklete bakım yapmadan çıktığım için yaşadığım teknik aksaklıklara, Çakılköy’deki keyifsiz sohbete, batı yakasındaki çevre katliamına şahit olmama, yokuşlarda gebermeme, eşyalarımı düşürüp kaybetmeme ve Roro’ya rağmen iyi ki daha fazla ertelememişim bu turu. Hayatıma bir iyi ki daha kattım.
Keşkelerim de oldu tabii ki. Tur planımın dışına çıkmamak için yıllardır görmek istediğim Ormanlı Şelalesi ve Kirazlı Manastırı’nı es geçtim. Çünkü biraz iç kısımlarda kalıyordu. Ve en büyük pişmanlığım yukarıda da bahsettiğim gibi Şahinburgaz’dan sonra Karşıyaka’ya giden yola sapmayıp sahilden devam etmek oldu. Birkaç keşke yüzünden bu turu kötü hatırlayacak değilim. Tekrar tekrar İYİ Kİ…
Turun iz kaydına https://www.komoot.com/tour/748203681 adresinden ulaşabilirsiniz.
Güzel yazı olmuş teşekkürler.Fotolarda çok iyi
Ooo bizim buralardan bir tur. Şaşırdım doğrusu. Güzel bir yazı olmuş. Şahinburgaz’dan ötesi gerçekten gitmeye değmez. Körfezin o kısmı, hemen karşıdaki gübre fabrikası yüzünden senelerdir mahvoldu. Tatlısu’ya son gittiğimde orta ikide falandım herhalde.
Orta yoldan Yukarı Yapıcı yönüne girseydiniz keşke. Hem kaçırdığınız şelale hem de Kirazlı Manastır o tarafta. Gölet falan da var (pek bi numarası yok ama yolu güzel, uzun kestane ve meşe ağaçları var hep). Gerçi bu sene çok kar olmadı, mayıs ayında şelale ne kadar gür aktı bilmiyorum. Geçen kasımda gittim en son, o zaman şenlikli akıyordu baya. Bir dahaki sefere artık oraları gezersiniz.
Pedalınıza sağlık.